29 Mart 2018 Perşembe

Bir Tasarımın İki Yüzü: Descartes’in Öznesi ve Nietzsche’nin Kölesi

Akıl, her şeyin ereksellik ve kendiliğindenlikle açıklanabildiği bir evren tasarımının çatlaklarından sızarak kendisine yeni bir tesisat, mekanizma oluşturmaya koyulur. Evrenin akılsallaşması beraberinde doğanın bir mekanizma olarak kabul edilmesini getirir. Akılsallaşma ancak bir mekanizma üzerinden kendisini ortaya koyabilecektir ve bu mekanizma da ancak mekanik yasalar doğrultusunda işleyebilecektir. Galileo’ nun “bilmek tasarlamaktır” iddiası, bütün bu hikayenin başlangıcını oluşturur ve akılsallaşan evrende doğa makine haline gelir.

Bilmek tasarlamaktır ve her şey mekanik yasalarla işleyen bir mekanizmanın parçalarıdır, o halde tasarlayan kimdir? Descartes, doğayı bir makine olarak kabul eder ancak, matematik bilme yöntemiyle bu makinenin mekanizmasının bilgisine ulaşabilecek olan “bilinç” i ondan ayırır. Descartes, evreni bilinçle akılsallaştırır. Bu aslında Descartes’in yeni insan tasarımıdır ve bütün modernitenin insan tasarımını oluşturmaktadır. İnsanın, evrenin bilgisine bilinciyle ulaşabilecek olması, kendi tikelliğinden hareketle kavranan “birey” e işaret etmektedir. Birey, modern insan tasarımının bir ürünüdür.

Modern insan tasarımının ürünü olan birey nasıl ortaya koyulmaktadır? Descartes bilinci maddeden ayırarak, özneyi nesneden yani mekanizmadan ayırmaktadır. Böylece evrenin her yanındaki mekanik işleyişin dışına çıkarılan özne, bu mekanizmayı bilebilecek hatta kontrol altında tutabilecek olan bilinç haline gelir. Descartes’in öznesi, bir mekanizma olan evreni kavrayabilecek akla sahiptir, daha doğrusu Tanrı bütün bu mekanizmayı kendi amacı için yaratmış ve insan aklının kavrayabileceği şekilde ortaya koymuştur. Evrenin mekanik yasalarının insan aklının kavrayabileceği şekilde ortaya koyulduğu düşüncesi tözsel bir insan kavrayışına işaret etmektedir. Böylece özne, evrendeki bütün diğer canlılardan akıl sahibi olması ve bu aklı yardımıyla tanrının yasalarını kavrayabilmesi bakımından ayrılmaktadır.

Tözsel bir insan kavrayışı ve bu kavrayışın beraberinde getirdiği doğadan kopuş söz konusudur. Tanrı belli bir amaç doğrultusunda evreni yaratır, ardından evrenin mekanik işleyişini kavrayabilecek nitelikte olan insanı da, aynı amaca hizmet için yaratır. Aslında bütün bu özne nesne dikatomisinin kökeninde amaca en uygun araçlar elde edebilmek için ortaya koyulan bir hiyerarşi var gibidir. Bir güç yetkesi olarak tanrının her alanda sonsuz hakimiyeti ve her soruna cevap olan kendiliğindenliği, insan bilincinin kuşatıcısıdır ve modernitenin sunduğu bu Kartezyen ayrım aslında yeni evren tasarımında, yine aynı kuşatıcının farklı halleridir diyebilir miyiz?

Nietzsche, Descartes’in ortaya koyduğu bu tözsel insan kavrayışını “insanın tanrısallıktan türetilmesi” olarak tanımlar. Henüz Ortaçağın kavrayışları ve kabulleri zihinlerde baskınlığını korurken, bilgiye ulaşılacak yol tözden bağımsız düşünülemez ve bu bağlamda insan akıl sahibi olmasıyla diğer bütün canlılardan ayrılır. Modern insan tasarımı güçten türetilmiştir. Descartes, evreni erekselliğinden ve kendiliğindenlikten sıyırarak kavramak amacıyla gücü türetir ve doğanın bir parçası olan insanı gücün kendisinden sonraki en yüksek dereceye yerleştirir.

“Güç; her zaman şu veya bu şekilde kuvvet kullanan ve asılsız biçimde her şeye gücü yetme iddiasında olan bir kurum veya insanlardır. ” Güçlünün yanında yer alma isteğinin, güçlü olanın bir parçası olmaya çalışmanın temelinde yalnız kalma korkusu bulunmaktadır. Güç sahibi insan, diğer insanların çoğunluğu için otorite kabul edilir. Otorite, akla uygun davranır. Aslında, çoğunluğu oluşturan şey itaattir. “İtaatim, beni kulluk ettiğim gücün bir parçası haline getirir. Böylece kendimi daha güçlü hissederim.” Nietzsche’ nin yaygın ahlak adını verdiği şey de çoğunluğu , akla uygunluğu, otoriteyi, kimi zaman bir egemen olarak güç sahibini, kimi zaman bir aristokrasiyi içine almaktadır. Erdemli olmanın ne demek olduğunun kaynağı yaygın ahlaktır ve erdemli bir insan olmak da ancak yaygın ahlakın “evetlenmesiyle” mümkündür. Yaygın ahlak gücün dilini kullanır, bütüne göre şekillendirir ve her koşulda kendi sisteminin devamlılığı için kurallar koyar. Hatta bütün bir insanlık tarihi incelendiği zaman tarihin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik ise günahla özdeş kabul edilmiştir. Descartes özne nesne ayrımını ortaya koyar ancak öznenin erdemine nelerin kaynaklık edeceğine çok değinmez. Aslında en temel olarak mekanikleşmiş doğanın erdemin kaynağını oluşturamayacağını, moral ve erdemin doğadan çıkarılamayacağını öne sürmektedir. Bu durumda Descartes’in mekanik sisteminde araçsallık üzerinden şekillenen ilişkiler söz konusudur ve doğa insan için tamamen bir sömürü aracıdır ve doğada ölçüt ahlaksal ya da moraliteye ait olan hiçbir şey taşımamaktadır. Doğada insan tamamen araçsallıklar üzerinden hareket etmektedir. Moderniteyle birlikte insan artık tasarlama gücüdür ve akılla ifade edilir, o halde eylemlerinde özgür değildir. Modernitenin insan tasarımı özneyi kuşatır, dinamizmini ortadan kaldırır ve araçsallaştırır. Nietzsche ise, tıpkı mitostaki gibi insanı arzuyla ifade etmektedir. Akıl, evrenseldir ve bu da kabulü hızlandırır. Oysa Nietzsche için, insan edimlerini genelleştirerek açıklamaya çalışmak, insanı da eylemi de ortadan kaldırmaktadır. Eylem, isteğin sonucudur. Bu sebepledir ki, isteği tasarımdan ayırmamız, isteğin içine yerleştirilen araçsallıktan çıkabilmemiz gerekmektedir ki, eylemi görebilelim. Eylemi görmek(araçsallığından sıyrılarak) insanı görmektir, çünkü insan etkinliktir, eylemdir. İnsanın ne olduğu sorusuna cevap, insanın kendisini hangi eylemle açığa vurduğu üzerinden verilir.

Descartes tarafından, gücün kendisinden sonraki en yüksek derecelendirmesine yerleştirilen insan, gücün türevi olarak, “özgür istem” e sahipmiş gibi kabul edilir. Nietzsche bu durumu, en yüksek derecelendirmenin çeyizi olarak adlandırır. Nietzsche’ nin burada karşı çıktığı şey, eylem ile eylemin dışa vurumu arasında oluşturulan ayrımdır. İnsanın “özgür istem” e sahip olduğu iddiası, aslında eylemi ve eylemciyi birbirinden ayıran bir çizgi oluşturmaktadır. Güçlü, güce sahipse onu dışa vurur, çünkü eylem her şeydir. Ancak “özgür istem” sanki bir alt katman taşır gibidir, istemini dışa vurup vurmama konusunda bir kayıtsız bir başka yapıyı da içinde barındırır. Aslında Descartes’in Kartezyen Bilinci uzunca bir süre( Freud’ a kadar birçok filozof bu düalizmi benimser ) zihin ile duyguyu birbirinden ayıran düşünce yapısının da temelini oluşturur. Temelinde ise, duyguların yaratılışları gereği mantığa aykırı oldukları, zihnin ise mantığa dayalı olduğu görüşü yer almaktadır. Hatta Freud için sevgi, yapısı gereği nevrotik, çocuksu ve mantıksızdır. Zihin ise bu mantıksız duygulara akıl yoluyla egemen olmalıdır. Freud’ un bu savı, Descartes’ in güçten pay alabilmesi için tözselleştirdiği öznenin, doğadan ayrılmasında zeminini bulur. Ancak Nietzsche , bu Kartezyen bilinci reddeder ve istekleri eylemlerin temeline yerleştirir. Eylem ve eylemci ayrımı, oluşmanın ardında bir “varlık” ya da bir alt katman öngörmektedir.

Descartes’ ın akıl sahibi olması sebebiyle tözselleştirdiği “özne” aslında bir bilinçtir. Tasarlayabilecek ve mekanizmanın işleyişini kavrayabilecek, onun bilgisine ulaşabilecek bir bilinçtir. Bütün bu özellikler modern insanın da bir tasarım olduğunu ortaya koymaktadır. Yeni bir insan tasarlanmıştır, gücün hiyerarşisinde kendisine yer bulmak için kendi bilincini yok sayarak, güçlünün bilincini kuşanmış ve bütün doğal olana, doğaya savaş açmıştır. Descartes’in öznesi, bilinciyle evrenin bilgisine ulaşır, ancak sahip olduğu bilinç, güçlü olanın, tanrının amacına hizmet için tasarlanmıştır ve amaca en uygun özellikleri “doğru” olarak kabul ederek, güçlüden pay almıştır. Güçlüden pay aldığı sürece de kendi güçsüzlüğünü görememiş ve dolayısıyla gücünün farkına varamamıştır. Eylemlerindeki araçsallık kendisini öylesine kuşatmıştır ki, eylemlerinin kökenindeki isteklerini görebilmesi mümkün olmamıştır.

Nietzsche, kendisi bir tasarım haline gelen ve nesneleşen insanın, bütün bir tarih boyunca sistematik olarak kuşatıldığını ortaya koyar. Nietzsche’ ye göre insanı kuşatan bu yapı bir otorite kurma, itaat sistemi olarak “ahlak”tır. İyi ve kötü aslında kökenlerinde doğal olarak istenilir ve istenilmez şeylerdir. İyi ve fena kavramları arasındaki karşıtlık sonradan doğma ve soluk bir karşıtlıktır, çünkü yaygın ahlakın asil değerlendirme tarzı kendisini minnetle evetleyecek karşıtlıklar arayışındadır. Yaygın ahlakın baştan çıkarıcı ve kuşatıcı dili, gücün dilidir ve güçsüz olana “evetlemeyi” öğretmektedir. Yaygın ahlak gücü ve gücün dışavurumunu birbirinden ayırır, böylece gücün dışavurumunda bir özgürlük payı bırakır gibidir ama aslında amacı, gücün ve güçlünün aynı olduğunu görebilecek bilincin önüne geçmektir. Aslında güçsüz olan ya da güçsüz olduğunu benimsemiş olan da, güç de, güçlü de aynı insandır, çünkü Nietzsche için eylem her şeydir. Ancak bütün bir tarih, yaşama zararlı olanı “doğru”, onu yücelten , haklı ve üstün kılanı ise “yanlış” olarak tanımlamaktadır.

Güçlüden pay alma isteği, yani çoğunluğun arasında yer alma, acısı gözler önünde sergilenen kurbanın yanında ya da yerinde olmama isteğine denk düşmemekte midir? Nietzsche, “yalnızca acısı hiçbir zaman dinmeyen şeyler bellekte yer eder” iddiasını bütün bir tarihin kanla, işkenceyle, acıyla nasıl şekillendirildiğini ve belleklerin nasıl hipnotize edildiğini ortaya koyar. Nietzsche’ nin hipnotize edilmiş bilinçleri, sahip olduğu bütün değerleri bir hipnoz altında kabul eder ve güçlüden pay aldıkça bu değerleri benimser. Descartes’in erdemin doğadan değil, bilinçten alınacağını ortaya koyan kavrayışı da, aslında kaynak kabul edilecek şeyin sınırlarının belirlenmiş olduğunun göstergesidir.

Yesra Güzel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder